Johann Wolfgang von Goethe Kimdir? Evi nerede? Nerede oturuyor?

Johann Wolfgang von Goethe kimdir?, Johann Wolfgang von Goethe kaç yaşında?, Johann Wolfgang von Goethe evi nerede?, Johann Wolfgang von Goethe nerelidir? Johann Wolfgang von Goethe ev adresi?, Johann Wolfgang von Goethe kaç yaşında?, Johann Wolfgang von Goethe nerede oturuyor?, Johann Wolfgang von Goethe nerede yaşıyor? gibi sorularınızı yanıtlamak için Johann Wolfgang von Goethe hakkında ayrıntılı bir biyografi sayfasını siz değerli okurlarımız için bir araya getirdik. 28.Ağustos.174922.Mart.1832 senesinde doğan Johann Wolfgang von Goethe şu an için 83 yaşında ve Başak burcundandır. Johann Wolfgang von Goethe doğum yeri ise Frankfurt, AlmanyaWeimar, Almanya olarak bilinmektedir. Meslek yaşamını ise ŞairTiyatro YazarıYazarFilozofAvukat olarak devam ettirmektedir.

Johann Wolfgang von Goethe Kimdir? – Johann Wolfgang von Goethe Evi Nerede? – Johann Wolfgang von Goethe Nerede Oturuyor?

Johann Wolfgang von Goethe Kimdir?, evi nerede?

Alman şair, teorisyen, tabiat filozofu, roman ve oyun yazarı, hukukçu. Düşünsel, kuramsal ve sanatsal ışığını, başta kendi ülkesi Almanya olmak üzere, tüm Avrupa‘nın Ortaçağ karanlığına yansıtmış; Friedrich Schiller ile birlikte, aydınlıkçı, duygusal ve romantik bir akımı temsil eden Wiemar Klasisizmi‘nin başrol oyuncularından biri olmuş ve Alman edebiyatında izleri silinmeyecek etkiler bırakmıştır. Aydınlanma dönemi Batı edebiyatının dev isimlerinden biri ve dünyaca ünlü “Faust” adlı şiirsel, felsefik oyunun yazarıdır. Özellikle bu oyunda ortaya koyduğu insan simyası, bitki morfolojisi ve hayvan dünyasının birbirlerinden etkileşimi, ışık ve renklerin karakterleri, çağrışımları gibi konularda felsefik yaklaşımlarda bulunmuş, çağını aşan bilimsel teoriler ortaya atmıştır. Modern duruşu ve dikkat çeken görüşleriyle, yalnızca Almanya‘yı değil, tüm Avrupa’yı etkisi altına almış; modern ve aydınlanmış Batı kültürünün müziğinin, şiirinin ve felsefesinin evrimsel sürecinde bir çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Romantizm (Coşkunculuk) Akımı‘nı başlatmıştır.

Johann Wolfgang von Goethe, 28 Ağustos1749 tarihinde Almanya‘nın Frankfurt şehrinde, varlıklı bir soylu olan avukat Johann Caspar Goethe ile dönemin Frankfurt Belediye Başkanı’nın kızı Catharina Elisabeth Textor‘ın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Aydınlıkçı ve modern görüşlere sahip Johann Caspar, oğluna özel öğretmenlerin eğitiminde ve kendi yol göstericiliği ışığında, küçük yaşlardan beri, bi hayli iyi ve kapsamlı bir eğitim verdi. Özellikle dil öğrenimi hususunda ısrarcı oldu. Küçük Goethe, Latince, Yunanca, Fransızca, İbranice ve İngilice dersleri alırken, öte yandan dans, eskrim ve biniciliği öğreniyor; öte yandan da sanatla ilgileniyordu.

Onu özellikle görsel sanatlara yakınlaştıran olay, 1759 senesinde, halen 10 yaşındayken, AvusturyaFransa birliğinin Frankfurt’u işgal etmesiydi. Çünkü işgalin hemen sonrasında, Goethe’lerin evi karargah binası yapıldı ve böylece küçük Goethe, güzel sanatlara meraklı karargah komutanı aracılığıyla, Fransız sanatıyla tanışma fırsatını yakaladı. Bilhassa çizime merak saldı. Bu hususta tecrübeliydi de. Bunun yanında, iki buçuk yıllık işgal dönemi esnasında, evlerinde gerçekleştirilen partilere katılan sanatçılardan da çok şey öğrendi. Gezici tiyatro topluluğundan ise, Racine ve Moliere oyunları seyretme olanağı yakalayarak, görsel sanatlara da ilgi duymaya başladı. Ezop (Aisopos), Homeros, Vergilius ve Ovidius gibi Antik Ortaçağ kültürünün ünlü isimleriyle tanıştı ve İncil‘i okuyarak din eğitimi de aldı. Ancak, küçük Goethe’nin sevmediği uğraşlardan en mühimsi, kiliseye gitmekti. Hıristiyanlık tarihini, şiddet ve yanlışlar karmaşası olarak görüyor; dini inancı sistematize etmeyi reddediyordu.

Friedrich Gottlieb Klopstock ve Homeros (Homer) gibi ünlü yazarlara hayranlık besleyen Goethe, gittikçe edebiyat dünyasıyla da yakınlaşmaya başlıyordu. Tiyatro oyunlarına olan düşkünlüğünün bunun yanında, her sene evlerinde gerçekleştirilen kukla gösterilerinden büyük zevk alıyordu. Bu anlamda, özellikle annesinden büyük destek alan Goethe, yine de babasının yolunu izledi ve 1765 senesinde, Leipzig Üniversitesi’nde hukuk eğitim hayatına başladı. Bu zamanda, şehirde hüküm süren Rokoko kültürünün etkisi altında, sanatsal faaliyetlerini çizim üzerine yoğunlaştırarak, Antik Kültür hayranı Adam Friedrich Oeser‘den çizim dersleri aldı. Ünlü Sanat Tarihi kuramcısı Johann Winckelmann‘ı tanıdı ve sanata düşkünlüğünü, tarihle bağdaştırmaya başladı.

Hukuk derslerinden ziyade, Christian Fürchtegott Gellert‘in şiir öğretilerini takip etmekten zevk alan ünlü yazar, Leipzig’deki günlerinde Kathchen Schönkopf adlı bir genç kıza aşık oldu ve ilk mısralarını ona atfen yazmaya başladı. İlk şiirleri Rococo tarzında ve neşeliydi. Ancak, sonraları umutsuzlaşan bu aşkını, özellikle, 1767 senesinde kaleme aldığı ilk oyunu olan “The Lover’s Caprice“e yoğun biçimde yansıttı. Burada, sık gittiği restorantlardan biri olan “Auerbachs Keller“, ileriki zamanlarda, bir edebiyat klasiği haline gelecek ünlü draması “Faust“un birinci bölümü için şaire esin kaynağı olacaktı. Gerçek duygularla, Rokoko kültürünün her şeyi hafife alan üslubunu bağdaştıramadı ve Leipzig’i hiçbir zaman sevmedi.

Ağustos 1768‘de hukuk fakültesindeyken, bir süre sağlık problemleri yaşayan Goethe, eğitimiyle yazın çalışmalarına daha rahat ve huzurlu bir ortamda devam edebilmek maksadıyla, 1770‘de, Frankfurt’a geri döndü. Bazı biyografi yazarlarına göre, kadınlarla ilişkileri sebebiyle frengi olduğu söylenen şairin, babasıyla olan ilişkisi bozulma noktasına geldi. Annesi ve kızkardeşinin bakıcılığında, sağlığı iyiye gitmeye başladı. Aynı yıl, şiirlerinin bir araya getirildiği “Annette” isimli ilk şiir kitabını yayımladı. Lessing ve Wieland‘ın eserleriyle alakadar olmaya başladıktan sonra ise, önceki yazın çalışmalarını yetersiz gördü ve birçoğunu yaktı. İçlerinden yalnızca “Die Mitschuldigen” adlı komediyi yayımladı.

1770 Nisanında, yarım kalan işlerini tamamlamak maksadıyla, yeniden Strazburg‘a giden Goethe, tesadüf eseri, gözüyle alakalı cerrahi bir operasyon için orada bulunan, ünlü tarihçi Johann Gottfried Herder‘le tanışma fırsatını yakaladı. Zamanla dostluğa dönüşen bu karşılaşma, genç şairin düşünsel ve entellektüel yaşamında bi hayli büyük açılımlara yol açtı. Herder aracılığıyla, Rokoko kültüründen uzaklaşarak, William Shakespeare, Ossian, Pindaros ve Volkpoesie gibi usta yazarların ve şairlerin eserleriyle tanışan Goethe, tarihsel olaylarla, milletlerin tarih sahnesindeki rolleriyle de alakadar olmaya başladı. Halk edebiyatıyla yakınlaştı. Sanatsal kabiliyetini geliştirme fırsatını yakaladı. Bir süre kaldığı Alsace yöresinin doğasından da bi hayli etkilenen Goethe, ilk defa doğanın organik bir varlık olduğunu düşünerek, tabiat bilimiyle alakalı teoriler üretmeye başladı. Sesenheim civarındaki bir yolculuğu esnasında, görür görmez kendisine yönelik büyük bir platonik aşk besleyeceği, Friederike Brion‘la tanışmasıyla birleşen yeni tabiat görüşü, farklı açılımlara yol açtı. Melankoliye dönen aşk, kısa sürse de, ünlü şairin en verimli dönemlerinden birine esin kaynağı oldu ve bu zaman içinde kaleme aldığı, “Willkommen und Abschied” ve “Maillied” gibi şiirleri, Alman edebiyatında modern manzumenin ilk emsallari içerisinde yer aldı. Bir başka deyişle, bu şiirler, kaynağı, yazarının pratik hayat tecrübeleri olan, yaşanmışlıkları anlatan ve gerçek duyguları ifade eden “Yaşantı Şiiri“nin görülen ilk emsallaridir.

Bu zamanda, Alman Gotik sanatına da ilgi duyan Goethe, Strazburg katedralinin mimarı Erwin von Stinbach‘ın stilinden fazla etkilendi. Gotik mimarisini yazınsal karakterlere dönüştürmeye çalıştı ve o zamanlarda, demode görülen bu üsluba yeniden hak ettiği değerin geri verilmesini sağlayacak olan, “Von Deutscher Baukunst” (Alman Mimarisi Üzerine) isimli bir makale yazdı. 1773 senesinde, gotik üslubun ve William Shakespeare‘in etkisiyle, zaman, mekan ve hareket birlikteliğinden bağımsız, eski kurallara itibar etmeyen, tazelenmiş bir bakış açısı taşıyan, “Götz Von Berlichingen” (Demir Elli Berlichingen) adlı oyununu kaleme aldı. Ortaçağ dokusuyla işlenmiş, coşkunluk akımıyla bezenmiş bu oyun, dönemin en başarılı piyeslerinden biri oldu ve şövalyelik gibi Ortaçağa özgü kavramları yeniden gündeme getirdi. Bu biyografi tadındaki eser, şairin modern düz yazıları içerisinde en mühimlerinden biri olarak kabul edildi.

1771 senesinin Ağustos ayında, hukuk lisansının onaylanmasıyla birlikte, yeniden bu alana yönelmek istedi ve Darmstadt Mahkemesinde görev yapmaya başladı. 1772 yılına kadar görevini sürdürdükten sonra; 1772 ve 1773 senelerı içerisinde, “Frankfurter Gelehrte Anzeige” adlı ünlü kültür-sanat gazetesinde, sinema filmleri, tiyatro oyunları ve kitaplar üzerine eleştirel yazılar kaleme almaya başladı.

Ardından, Wetzlar‘a giden Goethe, öte yandan stajını yaparken, diğer yandan da kendini edebiyata verdi. 1774‘de yayımlanan, ilk romanı “Die Leiden des jungen Werther” (Genç Werther’in Acıları)’de yarattığı “romantik kahraman” kişiliğiyle ve duygusal bir şöleni andıran coşkulu anlatımıyla, dünya çapında bir üne sahip oldu. Bu eserle, Aydınlanma dönemi Avrupasında, Romantizm (Coşkunluk) akımının önünü açtı. Genç bir delikanlı olan Werther‘in, güzel Charlotte‘a beslediği umut dolu aşkı konu alan roman, Samuel Richardson‘ın “Pamela“sının etkisiyle, ardı sıra yazılmış mektuplardan oluşuyordu. Werther’in, intihar eylemine varan bir melankoliyle sevdiği Charlotte, aslında, Goethe’nin yakın bir arkadaşının nişanlısı olan ve 1773’de Wetzlar’da tanıştığı Charlotte Buff‘tan başkası değildi. Ünlü şair, bu genç bayanı umutsuzca seviyordu ve içinde bulunduğu karamsarlığın derecesini, Werther’i yaşamını kaybettirerek ortaya koyuyordu. Özellikle Avrupa’da büyük yankı bulan kitap, bir çok gencin aynı yolu seçmesine ve intihar etmesine neden olacak kadar gerçekçi bir anlatıma sahipti. Modern Alman romanının ilk eseri olarak kabul gören Werther, Panteist görüşün, yani Tanrı’nın tabiatın her damlasında varlığını bir halde hissettirdiğini savunan görüşün, insancıl duygularla yükseltilen “birey”de kendi ifadesini bulmasıyla, benzersiz bir niteliğe sahiptir.

Bu zamanda, ünlü Grek şairi Pindaros’un övgü ve Alman şair Klopstock’un od üslubundan hareketle, tabiatın sırrınde coşan duygularını, övgü şiirleriyle özgürce ortaya koydu. Şekilsel farklılıklar yaratma çabasıyla, kalıplardan uzak, serbest vezinli ve mısra içi ses ahengine sahip bu yeni stil manzumeleri, dünya edebiyat tarihine kazandıran isim, Goethe oldu. Bu şiirlerden en ünlüsü, “Prometheus“tur.

1775 yılına gelindiğinde, Weimar-Saxe Dükü Carl August‘un daveti üzerine Weimar’a giden Goethe, birtakım politik bürolarda çalıştı ve dükün özel danışmanı olarak görev yaptı. Öncelikle, 1771’de alakadar olmaya başladığı Kur’an-ı Kerim tefsirleri üzerindeki incelemelerine burada da devam etti. Rumi, Jami, Attar, Tafsir el-Tabari, Saadi gibi Farisi el yazmalarını ve Yavuz Sultan Selim‘in İslamiyet kültürünü anlatan el yazması metinleriyle birlikte, Türkçe-Arapça sözlükler satın aldı. Özellikle Doğu medeniyetlerini inceleyen bir tarihçi olan Joseph von Hammer‘ın Kur’an çevirisini, akşam toplantılarında, dükün ailesine de yüksek sesle okuyan Goethe, Almanya‘da İslamiyete pozitivist bir bakış açısıyla yaklaşan ilk edebi kişilik oldu.

Weimar’da geçirdiği zaman zarfında, yazınsal çalışmalarına fazla ağırlık veremeyen şair, şehir meclisi ve savaş komisyonu meclisi kullanıcı hesabı, maden ocaklarıyla şehir ormanı direktörlüğü ve yerel mahkemenin mali kaynaklarının yönetimi gibi görevlerle meşgul oldu. Yönetimini üstüne aldığı kaynaklar aracılığıyla, doğayla içiçe yaşayan Goethe, tabiatla alakalı bilimsel çalışmalar yürütmeye başladı. Doğanın jeolojik yapısını ve bir çok parçasını yakında zamandan inceledi. Özellikle bitki morfolojisi, ışık ve renklerin anlamı, kişiliği, insan ve hayvan fizyolojisi gibi pekçok hususta bilimsel etütler yaptı. Kendini doğanın gizemli atmosferine bıraktı ve coşkulu şiirler, baladlar kaleme aldı. Weimar’da tanıştığı ve zamanla dostu kabul ettiği Frau Von Stein‘ın, Tanrı’nın evrendeki belirleyiciliğini yadsıyan, bireyi gereğinden fazla yüceltmeyen görüşlerinden fazla etkilendi. Kendi oluşturduğu yeni yazın stilinde, doğanın farklı unsurlarına değinerek, uysallaşmış bir havaya büründü. Stein’ın fikirleri, ünlü şaire hemen hemen bir terapi gibi geldi ve ruhu, ihtiyacı olan dinginliğe kavuştu. Stein’a duyduğu platonik aşkın bir göstergesi olarak, “Warum Gabst Du Uns Die Tiefen Blicke” (Neden Bize Bu Derin Bakışları Verdin) adlı şiirini yazdı. Goethe’nin, Stein’a olan duygusal bağlılığı uzun seneler devam edecek ve bu aşkın izleri, bazı eserlerinde hissedilecekti.

Yine bu sakin Weimar günlerinde, “Iphigenie Auf Tauris” ile “Torquato Tasso” gibi başarılı drama oyunlarını satırlara döktü. Bu oyunlardaki kadın kahramanları kişiliğize ederken, aynı biçimde Frau von Stein’den esinlenen Goethe, özellikle, Antik Çağda Euripides tarafından da ele alınmış, mitolojik bir kahraman olan İphigenie kişiliğinin insani yönünü açığa çıkarmış; ölçülü ve kalbi sevgi dolu biri olarak “İnsanlık İdeali“ni sembolize edecek biçimde tasarlamıştı. Dolayısıyla, bu drama, Alman edebiyatında, ideal insan temasını işleyen en mühim üç eser içerisinde yer aldı.

1782 senesinde Hıristiyanlığı reddettiğini açıklayan Goethe, 1786‘da İtalyan yarımadasına doğru bir geziye çıktı. Weimar’daki yoğun çalışmalarının yol açtığu yorgunluğu ve duygusal birikimini boşaltmak istiyordu. Verona‘dan başlayan yolculuk, önce Venedik‘e, oradan da Roma‘ya doğru ilerledi. İki yıl süren İtalya gezisi boyunca, Roma ve Grek sanatının farklı stillerini ayrıntılı bir halde gözlemleme olanağı buldu. Birçok tarihi değere sahip sanat eserini yakında zamandan inceledi.

Bunların bunun yanında, İtalya’nın farklı ve Akdeniz‘e özgü tabiat dokusunu değerlendirerek, yeni çıkarımlarda bulundu. İnsan anatomisi üzerine de kapsamlı araştırmalar ve incelemeler yapan Goethe, birtakım bilimsel teoriler ortaya attı ve keşifler yaptı. 1784 senesinde, insan yüzündeki ara çene kemiğini keşfetti ve kafatasıyla alakalı omur teorisini geliştirdi. Ünlü edebiyatçı, ara çene kemiğiyle alakalı keşfine, tümevarım yöntemiyle ulaştı. Tüm memeli hayvanlar bu kemiğe sahip olduğuna göre, insanlarda da mevcuttur, tezini ortaya attı ve birtakım deneysel çalışmalarla bunu doğruladı. İnsan anatomisindeki ara çene kemiği, embriyo halindeyken görüldüğü için, Friedrich Engels‘e göre, tümevarım yanlış; fakat sonuç doğruydu.

Doğanın birbirinden tamamiyle farklı yapılara sahip unsurlarından olmalarına rağmen, bireylerin da bitkiler gibi devinimsel bir değişim sürecine tabi oldukları düşüncesini geliştirdi. Ana Bitki‘nin (urpflanze), tüm bitkilerin temel kökeni olmasından hareketle, bireylerin da kökeninin bağlı olduğu bir “öz” vardı. İnsanoğlunun değişim ve gelişim süreci de, bu öz’ün denetimindeydi. 1788 senesinde, Weimar’a dönüşünün sonrasında kaleme aldığı “Metamorphhose der Pflazen“de, bitkilerin morfolojik yapılarını açıklıyor ve bireylerin da bitkiler gibi maruz kaldığı gelişim-değişim sürecinde, özünde aynı varlık olarak kalabileceğini savunuyordu.

İnsan doğasıyla alakalı vardığı bu kanılardan sonra, Goethe, yazmadan geçen iki yılın verdiği şevkle, Weimar’a döner dönmez kaleme sarıldı. Çünkü, kısa da olsa, bu ayrılık onu yakın geçmişinden uzaklaştırmıştı. Çevresi tanıdık, dostları bildik değildi sanki. Yoğun bir halde bilimsel gözlemlerini ve düşüncelerini kağıda dökerken, beklenmedik bir gelişme oldu. Kendi edebi etrafından bi hayli uzak, eğitimsiz bir genç bayan olan Christiane Vulpius‘a aşık oldu. Toplumun tüm baskısına rağmen, çift, uzun seneler birlikte yaşadı. Son şeklini, 1790‘da Weimar’da verdiği, yirmi bölümlük “Römische Elegien” (Roma Ağıtları) adlı şiirinin ilham kaynağı, yaşama tekrar dört elle sarılmasını sağlayan Vulpius’tu.

Ünlü şair, 1792 senesinin kışında, İhtilalci Fransız kuvvetleri tarafından şehrinin istila edilmesi üzerine, Valmy muharebesinde, Duke Carl August’a yaverlik etti. Yine, Mainz kuşatması boyunca, dükün askeri gözlemcisi oldu.

1796 yılına gelindiğinde, şairin ileriki dönem düşünsel ve sanatsal yaşamında derin izler bırakacak olan ünlü edebiyatçı Friedrich Schiller‘den bir mektup aldı. Schiller, çıkarmakta olduğu “Die Horen” (1796-1797) adlı edebiyat dergisinde, Goethe’nin de yazmasını teklif ediyordu. Aslını söylemek gerekirse ikili ilk defa, 1794 senesinde Jena Üniversitesi‘nde tatsız bir halde karşılaşmıştı. Çünkü o dönem, Friedrich Schiller, Goethe’nin tabiat morfolojisi teorilerinden “Ana Bitki” kavramını kıyasıya eleştirmişti. Ancak bu tartışma, zamanla iki edebiyatçının da, karşılıklı bir etkileşimle, kendi alanlarında en verimli çağa erişmelerini sağlayacak ve uzun seneler sürecek sağlam bir dostluğa dönüşecekti. Goethe, “Der Schatzgraeber” (Hazine Avcısı), “Der Zauberlehrling” (Büyücü Çığlığı) gibi en ünlü “balad”larını bu zaman içinde satırlara dökecekti. Rokoko ve coşkunluk akımının etkisindeki, vurdumduymaz coşkun tarzı, bu eserlerinde, yerini olgun bir havaya bırakmıştı. Duygu sellerinin yerini, düşünsel dinginlik almış ve Goethe klasik bir olgunluğa erişmişti. Bu zamanda, “Propylaen” adlı bir dergi çıkarmaya başladı ve bu dergide, güzel sanatlar üzerindeki düşüncelerinden, ideallerinden bahsetti.

Yine 1796’da, dostu Friedrich Schiller‘in yüreklendirmesiyle, “Wilhelm Meisters Lehrjahre” yi de bitirdi ve yayımladı. Ancak, Wilhelm Meisters kişiliğinin etkisinden uzun süre kurtulamadı. Meisters, Werther’le karşı karşıya geldirıldığında, hayata ve aşka karşı çok daha pozitif bir yaklaşım sergiliyordu; ki bu da, yazarın eriştiği ruhani olgunluğu gözler önüne çıkarıyordu. Goethe’nin bu yapıtı, 1974 senesinde, Win Wenders ile Peter Handke tarafından modernize edilerek, “Wrong Movement” adıyla sinema konusuna uyarlandı.

Uzun süredir topluma ve toplumsal olaylara karşı soğuk bir tavır takınmış olan Goethe, artık toplum-insan etkileşimini de onar hale gelmişti. İnsanın kişiliğinin gelişiminde, içinde yaşadığı toplumun yapısının, kaidelerinın ve yaşam koşullarının etkili olduğunu düşünmeye başladı. Bu bakış açısıyla kaleme aldığı eserlerindeki ana kahramanlara da, artık, yaşadıkları çevreye daha uyumlu bir profil tanımladı. Goethe’nin toplum ve insan yorumlarında, coşkunluk döneminin kanun tanımazlığının yerini, yasalara ve çevreye uyumlu bir yaşam düzeni aldı. Bu değişimin bir diğer göstergesi, 1806 senesinde, sevgilisi Christiane Vulpius’la evlenip düzenli bir özel hayata geçmesiydi. Daha sonra, Goethe’nin minnet duyduğu düke olan sevgisini temsil edecek biçimde, çocuklarına “Carl August” adını verdiler.

Fransız İhtilali boyunca, savaşın kanlı yüzüyle yüz yüze kalan Goethe, bazen top ateşi altında da olsa, yazamaya devam etti. Fransız ordusu, Prusya‘ya saldırınca, ailesinin güvenliğini sağlamak maksadıyla, evini ve çok sevdiği bahçesini terk etmek zorunda kaldı. Özgürlükçü hareketleri desteklemiş olsa da, burjuvazi varlığının devamını savundu.

Goethe’nin klasik olgunluk dönemi, 1805 senesinde, edebi hayatına mühim derecede tesir eden Schiller’in hayata veda etmesiyle birlikte, değişim gösterdi. Bu senelerda, gençlik senelerını Weimar’a geldiği döneme kadar anlattığı “Aus Meinem Leben“, tüm hayat öyküsünü anlattığı “Dichtung und Wahrheit“, özdeyişlerini içeren “Maximen und Reflektionen“, Schiller’le birbirlerine gönderdikleri mektuplar ve Johann Peter Eckermann ile sohbetleri, bu dönemin farklı üslubunu gözler önüne seren eserleri içerisinde yer aldı.

Aynı zamanda, “Wahlverwandschaften” adlı üçüncü romanını yazdı. Devamlı kafasını meşgul eden Wilhelm Meister tiplemesi üzerine, bu karakterle alakalı ilk kitabının bir nevi devamı niteliğini taşıyan, “Wilhelm Meister Wanderjahre“yi kaleme aldı. Son günlerinin baş eserleri içerisinde bulunan bu çalışmaları, “Der West-Östische Diwan” adlı şiir kitabı izledi. Goethe bu kitabında, 1300‘lü senelerda yaşamış olan, büyük gazel üstadı Hafız‘dan esinlenerek yazdığı şiirlerini yayımladı. Doğunun Divan edebiyatında, bir manzume türü olan gazelden fazla etkilenen ünlü şair, biçimden ziyade, bu türün öz değerlerini örnek almıştı.

Yazarın dünya klasikleri içerisinde gösterilen trajedisi “Faust“un yazımına, ilk olarak 1770-71 senelerında, Leipzig’deki “Auerbachs Keller” restorantından aldığı esinle, Frankfurt’a döndükten sonra başladı. Faust’un ilk bölümü olan “Urfaust“u, fakat yakın dostu Friedrich Schiller‘in ölümünün sonrasında tamamlayabildi ve 1808 senesinde yayımladı. Bu şaheserin ikinci bölümü ise, yazarın ölümünden sonra basıldı. Faust, Goethe’nin farklı zaman ve farklı mekanlarda, kendisiyle birlikte değişen ve gelişen bir eseri oldu. Yaşadığı olaylar, edindiği izlenimler, değişen ruh hali ve kişisel tecrübeleri bu yapıtta ifadesini buldu. Dolayısıyla Faust, Goethe’nin gerçek yaşam öyküsünü simgelerle gözler önüne seren bir eser halini aldı.

Faust’ta, iyilik ve kötülük kavramlarını, “insan=Dr.Faust” ile “şeytan=Mefisto” karakterleri üzerinde sembolize etti ve bunları yüz yüze getirdi. İnsanın öz değerinin “erdem” olduğunu açıkladı. İçindeki erdemle, devamlı bir iyilik arayışında olan insanın, gerçekleri bulma arzusuyla bazen Mefisto’ya başvurmasını, bu arayış çabasından ibaret gördü. Ancak, Mefisto hiçbir zaman insanın özüne hükmedemeyecekti. İnsan, irade kuvvetiyle doğruyu görecek ve ruhunu iyilikle aydınlatacaktı. Hayatı yargılama gücüne sahip olmadığını görecek ve onun getirdiklerine “evet” diyebilme erdemini gösterecekti. Hayat bir nevi, mutluluk ve mutsuzluk kovalamacası olsa da, insanoğlu, uyumlu davranmayı ve ruhunu ele geçirmeye çalışan bedenini dizginlemeyi öğrenecekti. Toplumla ortak hareket etmeyi becerecek, yaşamını faydalı amaçlara ulaşmaya odaklayacaktı. Sonuç olarak, insanoğlu kendi yaşam “bilinci”ne kavuşacak ve bunu korumayı kendine ödev bilecekti.

Faust, Tanrı’yla Şeytan’ın bahis meydanıydı; bahis konusu ise, “insan”dı. Tanrı, insanın yaradılış erdemine sahip çıkacağını ve gerçeği bulma arayışına çıksa da, eninde sonunda kendine döneceğini ileri sürüyordu. Şeytan (Mefisto) ise, insanın bencil olduğunu ve amaçlarına ulaşmak için her daim kendisine muhtaç ve bağımlı kalacağını söylüyordu. Faust ise, ne Tanrı ne de Şeytanı kendisinden üstün görmüyordu. Existansiyalistlerin bu eserde vardığı sonuca göre, insanoğlunun başlangıcı “eylem”di.

Eserdeki bir diğer bahis ise, İnsan ile Şeytan içerisinde gerçekleşmekteydi. Hayatını hiçler uğruna yaşanmışlıklardan ibaret gören Faust, Mefisto’nun, hayatın kıymetli olduğu ve “o kadar güzelsin ki, geçme dur…” diyebileceği anlarla hala karşılaşma şansının var olduğu hususundaki ısrarına muhatap kalsa da, ona da inanmayacaktı. Bahse göre, Mefisto, Faust’un bu anları yaşamasını sağlayacak; karşılığında da onun ruhuna sahip olacaktı. Faust’un iddiayı kazanması için, yaşayacağı güzel anlara “geçme, dur…” demeyecek; bundan dolayı dünyevi zevkler için ruhunu Mefisto’ya satmayacaktı. Aksi olursa, bahsi kaybedecekti. Tanrı ise, bu yanılsamayı önemsemiyordu. Çünkü O’na göre, insan yanlışlar yapabilirdi. Ancak bu yanlışlar neticesinde edindiği tecrübeler er geç onu mutlak gerçeğe götürecek, yani kendisine geri döndürecekti.

Faust, bireylerin ne yaparlarsa yapsınlar yeryüzünde acı çektiklerini gözlemlemişti. Edebiyatla, tabiatla, bilimle uğraşmış; fakat acıyla başa çıkmayı öğrenememişti. O yüzden, kendini, hayata adamak için çok yaşlı, hayata karşı isteksiz davranmak için de genç görüyordu. Yaşamı boyunca hemen hemen bütün zevkleri tatmış; fakat hiçbirine “geçme, dur..” diyememişti. İlk ve son defa, ölümüne “geçme, dur..” diyecek; aydınlanan ruhu “evet” demesini öğrendiği için bahsi kaybetmiş sayılmayacaktı. Bu sonucu sağlayan şey ise, Faust’un kendi içindeki özüne, yani Tanrı’nın güvendiği erdemine geri dönmüş olmasıydı. Faust, hayatın akışı içinde, gerçeğe ve mutluluğa ulaşma yolunda yanlışlar yapmış; Şeytan’ı bu amacı ışığında kullanmış; ondan yardım almış; fakat hiçbir suretle ruhunu ele geçirmesine izin vermemiş; onun hizmetine girmemişti. Bu sonuca göre, Mephistoteles, insanları devamlı olarak kötülüğe sürüklemek istese de, bir halde iyiliğe yol açan bir gücü simgeliyordu. Faust ise, hayata karşı istekli, aktif, tutkulu ve hayatın kötü anlarında bile karamsar duyguların pençesine düşmeyen “insan“ı temsil ediyordu.

1810 senesinde, üç bölümlük “Zur Farbenlehre” (Renkler Teorisi) adlı kitabını yayınlayan Goethe, bu eserinde, her rengin bazı duyguları işaret ettiğini ve renkerin de kendilerine özgü karakterlere sahip olduklarını ortaya attı.

Goethe, son senelerında büyük acılar yaşadı. Kahramanı Faust gibi mühim arayışlar içinde, yalnızlıkla boğuştu. 1816 senesinde eşini kaybetti. Ardından, 1823‘de, 74 yaşındayken, 19 yaşında genç bir kız olan Ulrike von Levetzow‘a aşık oldu. Onun peşinden Marienbad‘dan Karlsbad‘a kadar gittiyse de, hayalkırıklığı içinde Weimar’a geri döndü. Bu aşkın acısıyla kaleme aldığı “The Marienbad” adlı ağıt, şairin olgun yaşlarının en kişisel yapıtı oldu. 1827‘de, yaşamının ve edebi kimliğinin gelişimine büyük tesiri olan Faru Von Stein’ın; ertesi yıl ise, oğlunun ölümüyle sarsıldı. Yine de, dingin ruhunun dengesini korudu ve hayatın ikilemleri içerisinde makul bir bağ kurdu. Ancak, Goethe’nin kişisel becerisiyle meydana getirdiği edebi denge, 22 Mart1832‘de, Weimar’da dünyaya veda ettikten sonra bozuldu ve böylece, Alman edebiyat dünyasında bir devir kapanmış oldu.

Alman edebiyatının iki büyük ismi olan Friedrich Schiller ve Goethe’ye atfen, Weimar şehrinde, “The Goethe House” ve “The Schiller House” adlı müzeler açılmıştır. Bunu bunun yanında, şehirdeki Ulusal Tiyatro’nun girişine her iki edebiyat devinin heykelleri dikilmiştir.

ESERLERİ :

GÖTZ UND BERLICHINGEN, 1773

DIE LEIDEN DES JUNGEN WERTHERS, 1774

IPHIGENIE AUF TAURIS, 1787

EGMONT, 1788

RÖMISHE ELEGIEN, 1790

FAUST, EIN FRAGMENT, 1790

TORQUATO TASSO, 1790

WILHELM MEISTERS LEHRJAHRE, 1796

HERMANN UND DOROTHEA, 1797

FAUST I, 1808

DER WAHLVERWANDTSCHAFTEN, 1809

ZUR FARBENLEHRE, 1810 (3 bölüm)

ITALIANISCHE REISE I-II, 1816-17

WEST-ÖSTLICHER DIVAN, 1819

WILHELM MEISTERS WANDERJAHRE, 1821

FAUST II, 1832

AUS MEINEM LEBEN. DICHTUNG UND WAHRHEIT, 1811-33

Kaynak:Bilgisayfam.net

porno izle cm to inches
bestnich altyazılı porno porno nulled script